16 Şubat 2014 Pazar

İKİ NEFES ARASI

Hayat çok garip, insanlar uçuyor…
Bin kere gidip gerisin geriye döndürüldüğün bir yere, binbirinci defa yine gidiyorsun. Ve bunu hiç sorun etmiyorsun, sorun etsen çünkü, hiç gitmezsin, biliyorsun.
Boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor.
Az biraz kuvvetli cümleler yazsan; kendini çok önemsiyor oluyorsun. Bir şey yazmasan; umursamaz. Ne olduğunu sen de bilmiyorsun, tanım yapan bir türlü noktayı koyamıyor çünkü, ama kızamıyorsun diğer türlüsü ahmaklık olurmuş, ondan sebep. Mantıklısı da bu zaten, mantıklısı, mantık.. Ve tek tek, özenle seçiyorsun kelimeleri ki; hak ihlali olmasın, aman incitmeyesin, nerde duracağını bil! Bazen bu yüzden, bazen de sırf şımarıklıktan sebep hiç bakmıyorsun o yere.  Ama o yer bilmiyor herhalde; ‘’Bir kişi bir yere hiç bakmıyorsa …’’ diye başlayan, o paylaşım duvarı senin bu paylaşım duvarı benim gezen, o meşhur sözü. –insan, kendini ele verecek kadar da ahmak olabiliyormuş demek- Ama görmek istemezsen görmezsin, duymak istemezsen duymazsın, anlamak istemezsen anlamazsın. Değil sen, dünyanın cümle alimi toplanıp anlatsa, fayda etmez. Ve bundan geriye kalan, senin payına düşen ‘’utanmak’’ olur.
 Biri hakkı olmayanı deste deste diziyor, diğeri hakkından fazla olanı tıka basa yiyor, birisi yiyecek ekmek bulamıyor, öbürünün kaburgaları sayılıyor, şuradakinin yemek umurunda bile değil üstüne yağan bombalarla meşgul, az ilerideki küçük bir kıza tecavüz ediyor, şu kadın bedenini satıyor mecbur, şu diğer kadın mecbur değil ama ona kötü davranılmıyor, hatta el üstünde tutuluyor,  şu evdeki kadın iki saattir kocasının başının etini yiyor, şu evdeki adam da iki saattir hem karısını hem çocuklarını dövüyor, şurada zincirleme kaza var aman dikkat,..Bunlar ya da bunlara sebep olanlar hiç utanmıyor, onların payına utanmak düşmüyor ama..
Şu yukarıda sayılanların hepsi şu anda oluyor, şu anda. Dünya dönüyor, gün de 24 saat degil mi? (!) Heh işte, bundan daha da fazlası, hatta daha da acımasızı gerçekleşiyor, bir zamanda bir yerlerde.. Hukuk kağıt üzerinde, insanlık sözde. Ve maalesef ki, sen bunların hepsine birden yetişemiyorsun, hatta hiç birine yetişemiyorsun, çünkü bunun sonu yok, daha doğrusu sen sonunu göremeyeceksin, başını ise zaten bilen yok. Sana düşen; işe kendinden başlamak, bir zincirin halkaları gibi aynı, sen kendi halkanı sağlam tutacaksın ki; yanındaki de sağlam durabilsin. Önce sen kendini bileceksin, sen.
Yüzeysel yaşayanlar var ya o yüzeysel yaşayanlar, sanırım onlar mutlular. Ne kadar düşünürsen; o oranda endişeleniyorsun. Ne kadar düşünürsen; işler de o kadar sarpa sarıyor. Ve ne kadar düşünürsen; o kadar mutsuz oluyorsun . Gördüğün, bildiğin hoşuna gitmiyor çünkü, ama düzen böyle yapacak bir şey yok, evet yapacak bir şey yok, bir anda tüm acıları dindirebilecek bir ilaç yok! Karışmayacaksın işine, düzen böyle! Burası dünya, bura dünya! Ben böyle bir yer istemiyordum, hiç bir şey de hatırlamıyorum bana ne ya dersen, onu da Adem Dedemiz’e sorarsın bir ara, tüm kabahat onun(!)
Ve para..Onsuz olmuyor tabii ki, ama parası az olanlar mutsuz diye bir şey yok inan. Para var huzur var değil yani. Para var rahatlık var, huzur değil. Huzur bambaşka bir şey çünkü, maddeyle alakası yok. Ve sen ekmeğin tadını alıyor musun, suyun tadına varabiliyor musun gerçekten, bundan haber ver; gerisi boş. Boş çünkü; o tadı alamadığında sen de boşsun, ve o zaman etrafındaki her şey de boş oluyor. Bu önemli, çok.
Her şey, her an’da olabiliyor bu hayatta, her şey. Mümkünü yok diyenlere çok gülüyorum, az bir zaman sonra mümkünleri ile mutlu mesut yaşadıklarına şahit oluyorum çünkü, bir kere de değil bir çok kere hem. Tüm fizik, matematik kurallarının alt edebileceği zamanlar oluyor, valla. ‘’Su insanı boğar, ateş yakarmış’’ demiş ya, ama.. Suyun boğmadığı, ateşin de yakmadığı zamanlar var, valla, olacak da, sen de içinden geçip gideceksin; yüzeysel veya derinsel, sana kalmış. Her şey senin seçimin değil mi zaten, evet sanırım öyle. Ha ne diyorduk; fizik, matematik kuralları. Misal yıllarca yapmaya uğraşıyorsun da, 45 saniye de yerle bir olabiliyor değil mi? Dünyada neler neler oluyor, o meşhur cümledeki gibi hatta; ‘’dünyanın ekseni 12 cm yerinden ..’’ oynayabiliyor ama.. Ama..
Dünyada neler oluyor neler, insanlar ne haltlar yiyor, ne bileyim? İyi midir kötü müdür bilinmez, kocaman bir köyüz artık. Hata yapmak da güzeldir bazen, hata olduğuna kim karar verecek o da ayrı bir konu ya?
Yoksa birinin karşısında cıbıldak kalmış olmak mı, fena olan?
Şu iğneyi de yanıma alayım, yazı bittiğinde lazım olur.Sonra da aynaya bakayım, gerçi gördüğüm başını önüne eğmiş bir yansıma olacak ya..
Her şeyin anlamsız geldiği bir an’da, her şeyin bittiğini düşündüğün bir an’da..

Olmuyor mu? Çok oluyor hem de.

O zaman ezelden beri gelmiş, ebede doğru gidecek tüm an’lar (geceler) için..

En çok da bu an (gece) için..

‘’Dedim: Çok yalnızım.
Dedi: Ben sana çok yakınım.’’

3 Şubat 2014 Pazartesi

PASTORAL SEYAHAT (  son kısım )
 
Hani ağacın o en tepesinde duran yemişler var ya, onun gibi bir şey.
 
Belki ondan da güzel..
 
Gözlerimi açıyorum sonra, kimseler yok.Etrafıma bakınıyorum, yolum kavak ağaçlarıyla kaplı, ağaçların tepesinde de serçeler, gülümsüyorum, çünkü burayı hatırlıyorum, artık nereye gittiğimi biliyorum, yürüyorum, yürüyorum, koşuyorum..
 
Etrafımda bir sürü insan, hepsini tanıyorum bu sefer, tek tek hem de, ben de varım içlerinde..
 
Bağırıyorlar,ağlıyorlar, çok ağlıyorlar, neredeyse sağır edecekler beni, o an ellerimle kapatıyorum kulaklarımı.Biraz daha yürüyorum, bu sefer gülüyorlar, oynuyorlar. Az daha yürüyorum..Kocaman kocaman sofralar görüyorum, herkes sofra başında, ben de varım içlerinde..
 
Görüntüler akıp gidiyor böyle, ben yanlarından geçiyorum..
 
Koştukça küçülüyorum, küçüldükçe koşuyorum..
 
Etraf bir sürü meyve ağaçlarıyla kaplanıyor bu sefer;  kayısı, erik, elma, şeftali, dut, armut..
 
Ve işte hepsi buradalar; Murat, Songül, Fatih, Derya, Sanem, Gülçin, İbrahim, Sadık, Hülya,..Hepsi hepsi buradalar işte.Yanlarından hızlıca geçip gidiyorum.
 
-Heyy! Nereye? Diyorlar.
 
-Yarın artık, diyorum, hava kararıyor.
 
Ama hava çoktan kararmış..
 
Koşuyorum, koşuyorum, koştukça kalbim küt küt atıyor, yere kapaklanıyorum birden, dizlerim çok acıyor hiç umursamıyorum, şu köşeyi de dönersem tamamdır..
 
Tahta çıtalarla tutturulmuş kapıyı açıyorum, işte orada, tüm güzelliğiyle tulumbanın başında oturuyor, beni bekliyor.
 
-Nerdesin, akşam oldu?
 
-Ama çok kara olmadı ki!
 
Gülüyor, birden dizlerimi fark ediyor:
 
-Ne oldu dizlerine?
 
Gözlerim doluyor.
 
-Hiç, oynarken oldu, hem acımıyor ki.
 
Yanıma geliyor:
 
-Nasıl acımıyor, kanıyorlar işte. Hem laf dinlemezsen olacağı bu, başka yerinde bir şey yok ya?
 
İçimi çekiyorum.
 
-Yok, diyorum, başka hiç bir yerimde hiçbir bir şeycik yok, sade dizlerim.
 
Sarılıyorum boynuna sonra, kaldırıp kucağına alıyor beni, eve doğru yürüyoruz.
 
Birden, mis gibi bir yayla çorbası kokusu kaplıyor her yeri..


Not: Bu yazı betimlemelerle doludur, örgüsü öyledir çünkü.
Ve fırça boyacının elindedir, her şey rengarenk olsun istemiştir.
PASTORAL SEYAHAT ( 4.kısım )

Yürüyorum, bu sefer ıhlamur ağaçlarıyla kaplı yolum, kokusunu içime çekerek yürüyorum. Bir sürü insanın yanından geçiyorum, yüzleri tanıdık zorlasam hatırlayacağım ama zorlamıyorum, kimiyle gülüyorum, kimine kızıyorum, kimiyle ağlıyorum..
 
Bir kavganın içine dalıyorum, önce sağıma sonra soluma bir yumruk yiyorum. Tekrar ayağa kalkıyorum, bakıyorum bir adam bir kadının saçlarından tutmuş aşağı doğru çekiyor, çekerden de homurdanıyor, gözlerinden adeta ateş çıkıyor.
 
-Yapma!
 
Bir hızla adamın sırtına atlıyorum, ikimiz de yere yuvarlanıyoruz, kadın kurtuluyor, ileriye doğru koşuyor, görebiliyorum ama adam yok kayboluyor. Az biraz yürüdükten sonra bir kalabalık görüyorum ileride, o kadın da onların içinde, önlerinde bir tabak dolusu erik, yeşil erik..
 
Yanlarına yaklaşıyorum, avucumu açıyorum, birbirlerine bakıyorlar. O kurtardığım kadın ayağa kalkıyor, okkalı bir tokat atıyor bana, karnıma da sıkı bir yumruk indiriyor, yere yığılıyorum.
 
-Ama ben sana yardım etmiştim.
 
Sonra yine yalnız kalıyorum, düştüğüm yerden ayağa kalkıyorum, yürüyorum, yürüyorum.. Sırayı iğde ağaçları alıyor, oldum olası-çocukluğumdan beri bu kokuyu anlamaya çalışırım; iğde ağacı kokusunu. Çok tuhaf bir kokusu var, yine anlamıyorum, elleri de yapış yapış ediyor zaten, unu topak yapmışlar, içine şeker katmışlar sanki, yürüyorum.
 
Siyah mini bir etek, üzerine beyaz bir tişört giymişim, beyaz dolgu topuklularım yine ayağımda. Yanımda beliriveriyor birden, ceviz yeşili tişört giymiş, altında açık mavi bir kot pantolon ve tabiî ki spor ayakkabıları. Yüzüne daha yakından bakabiliyorum, ama o bana bakmıyor, kızgınlığı geçmemiş sanırım.
 
Böyle bir süre yürüyoruz, sonra karnım şişiyor yine, şişiyor.. Tüm vücudum zangır zangır titriyor, çok korkuyorum, kulaklarımı sağır edecek bir uğultu duyuyorum sanki. Büyük bir gürültü kopuyor, bedenime bir şeyler oluyor, ah evet bu anı biliyorum artık, az sonra bir canlı çıkacak bu bedenden! Elimi tutuyor o an;
 
-Korkma, diyor, buradayım!
 
Gerçekten söylüyor mu, yoksa acının verdiği bir duyguyla ben mi öyle sanıyorum, bilemiyorum. Ve bu sefer bayılıyorum, gözümü açtığımda bir erkek çocuğu veriyorlar kucağıma, etraf daha kalabalık ama daha bir coşkulu, yine aynı insanlar. Biri tatlı tıkıştırıyor ağzıma, biri bir şeyler içirmeye çalışıyor, daralıyorum, onu görüyorum sonra, gülüyor, ben de gülüyorum. Geliyor çocuğu alıyor, ben de uykuya dalıyorum, yorulmuş olmalıyım.
 
Gözlerimi açıyorum, kimseler yok yine, yalnızım. Ayağa kalkıyorum, bir kot pantolon ve açık pembe bir tişört var üzerimde, ayağımda da spor ayakkabılar.
 
Ama ayakkabılarımdan rahatsız olmuyorum, hayret.
 
Yürüyorum, yürüyorum. Karadut ağaçları kaplı etraf, fakat bu sefer temkinliyim, dala çıkmak yok, usturuplu usturuplu alt dallardan almak suretiyle yiyorum. Sonra yoluma devam ediyorum ,yine bir sürü insanla karşılaşıyorum. Gülüyorum, kavga ediyorum, aldatılıyorum, yine güveniyorum, yine aldatılıyorum, yine güveniyorum, ağlıyorum, gülüyorum, bu yol epey uzadı sanki.
 
Yürüyorum yürüyorum, onu görüyorum yine, yalnız. Bir kot ve bir beyaz tişört var üzerinde, mavi gözleri cam gibi, bu sefer kararlıyım, koşuyorum koşuyorum..
 
Bu defa o da uzaklaşmıyor, olduğu yerde öylece duruyor. Yanındayım işte, göz gözeyiz .Gözleri, yakından ne kadar da güzel! Dudağımı dudağına götürüyorum, gözlerimi kapıyorum…
PASTORAL SEYAHAT ( 3.kısım )
 
Çarcabuk çıkıyorum kiraz ağacına, bir hırsla en yukarı, tepeye doğru tırmanıyorum.
 
 Çocukluktan kalma bir alışkanlık işte, sanki her zaman en iyi yemiş ağacın en tepesindeymiş gibi..
 
-Çocukluk!
 
Nihayet en tepedeyim, yiyorum yiyorum, bir yandan da etrafıma bakınıyorum, yolun iki tarafı da uçsuz bucaksız mısır tarlaları ile dolu, mısırlar insan boyunu aşıyor, hem büyük hem de çoklar, ürküyorum birden.
 
-Neredeyim ben?
 
Biraz durulunca aşağı dallara doğru iniyorum, güvenli bir yer seçiyorum kendime, yemeye devam ediyorum, az daha yersem zafiyet geçireceğim!  Bu arada iki kulağıma da kirazdan küpeler takıyorum ve şarkı söylemeye başlıyorum, üstüm başım daha da mahvoluyor, yola bakıyorum aniden. İşte orada, yolun ortasında duruyor. Saçları daha kısa bu sefer, sakal da bırakmış ama yakışmış, burnunu, dudaklarını yani yüzünü iyice seçebiliyorum bu sefer, hepsi çok güzel. Karnıma bir şeyler oluyor birden, yediğim kirazdan mı yoksa onun varlığından mı tam olarak kestiremiyorum. Ben karnımı tutarken, o da gülmeye başlıyor.
 
-Gülme şöyle ya!
 
-Hem güleceğine gelsene muhallebi çocuğu, ah ama pantolonunun ütüsü bozulur değil mi uyuz? Diyorum, ama her zamanki gibi içimden diyorum. Bağırarak söylesem duyacak sanki?
 
Elini ağzına götürerek bir şeyler yapıyor, sanki bir şeyler anlatmak istiyor. Sonradan anlıyorum, elimi ağzıma götürüyorum, elime bakıyorum, kıpkırmızı, ben de gülmeye başlıyorum, sinirim geçiyor.
 
-Bir avuç kiraza uzlaşırız belki, kim bilir?
 
Dallardan topladığım kirazları, eteğimin bir kısmını bükmek suretiyle yaptığım keseciğe dolduruyorum. Ağaçtan yavaş hareketlerle iniyorum, arkamı dönüyorum, yine yok!
 
-Ama ama, öyle güzel ki kirazlar, bir bilseydin!
 
Alıştım artık, yolda yürümeye devam ediyorum, yürüyorum, yürüyorum..Meşe ağaçlarıyla kaplı etraf, bu sefer.Ağaç aralarında da beyaz beyaz zambaklar.Karşıda bir kalabalık var, oraya doğru koşuyorum, ama ayaklarım acıyor.Bakıyorum ayaklarımda ucu sivri, topukları hem ince hem sivri lacivert bir ayakkabı var.
 
-Eh acıması normal!
 
Altımda siyah kumaş bir pantolon, üzerimde lacivert spor bir ceket. Saçlarım açık kahve, dalga dalga yapmışım , belime doğru dökülüyorlar.Yavaş yavaş yaklaşıyorum, her zamanki gibi beni duymuyorlar, ben de onları duymuyorum.
 
Ama anlaşıyoruz.
 
Koşuşturuyorlar bir yerlere, ellerinde kağıtlar, dosyalar. Birden bir adam bir dosya tutuşturuyor elime, sonra bir kağıt. Bir kadın bir dosya daha getiriyor, bir dosya daha. Neredeyse boğazıma kadar dosyalarla doluyorum, başımı kaldırıyorum.
 
-Ah evet orada! Orada!
 
-Yardım etsene biraz!
 
Ama ama…
 
Açık mavi, kol kısmı kıvrık bir gömlek var üzerinde, altında bir kot, gözlük takmış, saçları yine uzatmış, bıyık bırakmış. Bir erkek çocuğu, kendi gibi esmer, göğsüne yatırmış çocuğu, beyimiz gazete okuyor, çocuğun elinde de küçük bir oyuncak araba var onunla oynuyor. Yaklaşıyorum, topuklularımın sesinden zahir hemen başını çeviriyor, gözlüğünün altından mavi mavi bakıyor, gülüyor.
 
-Gülme şöyle ya!
 
Derken çocuk da görüyor beni, elindeki oyuncak arabayı fırlatıyor bir kenara ve bana doğru koşuyor, ben de ona doğru koşuyorum, ama olmuyor kucaklayamıyorum, kayboluyor, bakıyorum o yerinde ama.
 
Ona yöneliyorum bu sefer, birden yanında bir kadın beliriyor. Küt saçlı, esmer, beyaz tenli gayet güzel bir kadın. Göbeği açık kısa bir tişört, siyah mini bir etek giymiş, ince sivri topuklu bir ayakkabı var ayaklarında. Niye bilmiyorum huzursuz oluyorum, o da yanıma doğru geliyor bu arada, bir şeyler anlatmak ister gibi bir hali var ama ben onu görmüyorum artık. Koşar adımlarla kadına yaklaşıyorum, saçlarından yakalıyorum, kadını saçlarından tutup şöyle bir savurduktan sonra başını yukarı kaldırıyorum ve bir tane yumruk atıyorum, karşılık vermiyor, şaşırıyorum. Uzaktan izliyor bizi;
 
-Çocukça şu yaptığın,
Der gibi bakıyor, kaşlarını çatıyor ve kayboluyor, kadın da kayboluyor.
 
Çok kızdırdım sanırım, olsun. Hem hiç de çocukça değil, yine olsa yine yaparım. Kimse için kendimi değiştirecek değilim!
PASTORAL SEYAHAT ( 2.kısım )
 
Etrafıma bakınıyorum yeniden, iki taraf zeytin ağaçlarıyla dolu bu sefer, çimenler daha bir yeşil. Kahverengi bir pantolon giymişim, ayağımda, kalın kısa topuklu da olsa açık kahve bir ayakkabı.
 
-Çok şükür!
 
Üzerimde sütlü kahve renginde bir bluz, saçlarım biraz daha kısalmış, rengi biraz daha açılmış, araya da kızıl tonlar atılmış.Etraf yine kalabalıklaşıyor, ama bu defa huzursuz oluyorum niyeyse, az önceki insanları görüyorum yine, sanki bir çoğunu bir yerlerden hatırlayacak gibi oluyorum.O genç adamlarla kadınları tekrar görüyorum, ama çocuklar yok.İşte yine o adam, kırları azalmış, gür siyah saçları ortaya çıkmış.Siyah bir kumaş pantolon giymiş, üzerinde de siyah bir gömlek.İnsanlar bağırıyor çağırıyor, giderek daha da artıyor bağırtılar, birden bir kargaşa çıkıyor,bir şeyler oluyor, o genç adamlarla genç kadınlar birbirlerine bağırıyor, ağlayacak gibi oluyorum, rahatsız oluyorum.Birden o adamı  görüyorum, sanki Gel diyor bana, adama doğru koşmaya başlıyorum, koşuyorum, koşuyorum..Bu arada koşarken artık bacaklarımın ağrımadığını fark ediyorum ve yine yetişemiyorum.
 
Böyle ne kadar yürüdüm, bilmiyorum.
 
Etrafta incir ağaçları yükseliyor birden, sıra sıra incir ağaçları. Aralarında da büyük turuncu kırmızı yapraklı çiçekler, çiçeklerin üzerinde arılar geziniyor, hava da günlük güneşlik. Saçlarımı toplamışım bu defa, fakat dağınıklar, aralarında yaramaz olanları birkaç yerden omzuma dökülmüş. Yakası baya açık, kısa karpuz kol, nar çiçeği bir elbise giymişim, etek kısmı fırfırlı. Ayağımda dolgu topuk ama çok yüksek beyaz bir ayakkabı, kolumda turuncu bir saat. Mis gibi incir kokularını içime çekerken onu görüyorum yine, elinde iki tane çocuk var, çocukları pek seçemiyorum, ama onu seçebiliyorum. Saçlarının kırları biraz daha azalmış, gözlerinin maviliği biraz daha belirgin, siyah bir kot ve kolları dirseklerine kadar kıvrılmış açık pembe bir gömlek var üzerinde, bakıyorum öyle.
 
Gülümsüyor yine, koşuyorum yetişmek için, koşuyorum, koşuyorum. Bir şeyler oluyor, aniden karnım şişiyor, karınım şiştikçe şişiyor, patlayacak sanki.
 
-Oysa çok yaklaşmıştım.
 
Tüm vücudum zangır zangır titriyor, çok korkuyorum, kulaklarımı sağır edecek bir uğultu duyuyorum sanki. Büyük bir gürültü kopuyor, bedenime bir şeyler oluyor, bedenimden bir şey çıkarıyorum sonra. Bir kız çocuğu bu, sevimli bir kız çocuğu. Etraf kalabalıklaşıyor birden, insanlar koşuşuyor, gülüyor, yanıma geliyor, bazısı yemek yiyor, bazısı başıma üşüşmüş, çocuğa bakıyor. Korkuyorum.
 
-Allah’ım ne yapacağım ben bu çocuğu?
 
Çocuğu kimseye vermek istemiyorum.
 
-Ne yapacağım?
 
Üstüm başım berbat oldu, değişmem gerek, banyo yapmam gerek. Gözlerim doluyor birden, etrafa bakınıyorum, yüzler tanıdık ama kimseyi tanımıyorum sanki. Ve ben çocuğu, çocuğumu kimseye vermek istemiyorum. Tam feryat edecekken onu görüyorum, gülümsüyor yine. Kucağını açıyor;
 
-Onu bana ver, diyor sanki.
 
Bir an bile tereddüt etmiyorum, o halde, kalabalığı geçerek ona doğru yürüyorum, yürüyorum, koşuyorum... Ama yine kayboluyor, bakıyorum , kız çocuğum da yok, o da kayboluyor. Bir Allah’ın kulu yok yine. O an feryadı basıyorum, oturuyorum yolun ortasına:
 
-Yeter ama ya yeter, diye bağırıyorum, ağlıyorum.
 
Çarem yok, tekrar ayağa kalkıyorum, yürüyorum. Hiç acele etmiyorum bu defa, kararlıyım, etrafın tadını çıkaracağım. Etraf kiraz ağaçlarıyla dolu, dallarda da kuşlar, nasıl ahenkli ötüyorlar, huzur doluyor içim. Kirazlar kırmızı kırmızı, etli etli, yüz metre öteden bile fark edilirler, öyle güzeller. Hemen en yakınımdaki kiraz ağacına yöneliyorum, ayaklarıma bakıyorum sonra, fırlatıyorum beyaz topukluları.
 
-Oh be! Hadi kızım!
PASTORAL SEYAHAT ( 1.kısım )
 
Yürüyorum, çok ağır adımlarla yürüyorum, ama sanki bacaklarım da bir ağrı var, evet evet her adımımda gittikçe ağırlaşan bir ağrı hem de. Ayaklarımda bağcıklı, düz, krem ayakkabılar var etraflarında da tırtıklı birer çizgi.
 
-Ama ben, düz ayakkabı giymeyi sevmem ki!
 
Açık, ten rengi tül çorap giymişim, eflatun çiçekli kırık beyaz uzun bir elbise var üzerimde, dizlerimin altına kadar iniyor, omuzları vatkalı, üçgen yakalı ve yakanın hemen altından başlayan mor düğmeleri var elbisenin,göbeğimin hemen üstünde biten.
 
Göbeğim.
 
-Bir dakika ya, göbeğim var benim!
 
Kollarım da kilo mu almışlar ne? Yanaklarımı dokunuyorum, tombik tombikler. Gözlerimdeki bu ağırlık da ne, yokluyorum; gözlük!  Evet evet gözlük, ipleri omuzlarıma kadar inen bir gözlük takmışım.
 
-Gözlük takıyorum ben.
 
Saçlarımı fark ediyorum sonra, omuz hizamdan biraz daha aşağıdalar, neyse ki onlar yerinde, şöyle ellerimle bir öne çekiyorum yerindeler evet ama, ama bembeyazlar!
 
-Saçlarım, beyazlamış.
 
Kendimle uğraşmaktan etrafıma bakmayı unuttum, neredeyim? Burası bir yol; pek düzgün olmayan bir yol, etrafı çınar ağaçları ile kaplı, ağaçların arasında da mor yapraklı çiçekler var. Bakınıyorum etrafıma, sağıma, soluma. Sol tarafta, bir adam var sanki, belli belirsiz görüyorum. Uzun boylu, hafif kilolu, o da beyaz saçlı, bastonu da var sanırım. Bakıyorum ama seçemiyorum, gözlüğümü gözümden çıkarıyorum, elbisemle camlarını siliyorum, tekrar bakıyorum, yok! Hayal gördüm sanırım. Bir daha bakınıyorum etrafıma, kimsecikler yok. Geldiğim yöne bakınıyorum; ucu bucağı yok, sanırım yoluma devam etmeliyim…
 
Yürüyorum, yürüyorum..Bacaklarım hala ağrıyor ama ağrı gittikçe azalıyor sanki.Biraz yol aldıktan sonra çınar ağaçlarının yerini kestane ağaçlarının aldığını fark ediyorum, dallarında kırlangıçlar var ve kestane ağaçlarının diplerinde de açık pembe çiçekler, çimenlerse hafif sararmış, ama yol da daha düzgün bir hal almış.Siyah diz altı bir etek giymişim, üzerimde turkuaz rengi bir gömlek, göbeğim biraz inmiş sanki, ama hala yerinde!  Ayaklarımda dolgu topuk açık mavi-siyah, ucu açık bir ayakkabı.
 
-Oh, diyorum. Düz ayakkabıdan iyidir!
 
Yokluyorum, gözlüğüm yerinde yok. Saçlarıma bakıyorum, biraz daha kısalmışlar ve daha derli toplular, açık kestane rengindeler, sanırım boyamışım. Tekrar etrafa bakındığımda, bir sürü insan beliriveriyor aniden.
 
-Nereden çıktı şimdi bunlar?
 
Bir sürü kadın, bir sürü adam. Güzel güzel giyinmişler.
 
-Kutlama mı var?
 
İşte yine o adam.Uzun boylu, mavi gözlü.Beyaz saçları kırlaşmış, daha bir zayıflamış, bastonu da yok!. Ama çok zarif!
 
-Hayal değilmiş demek!
 
Adam eğilmiş, küçük bir kız çocuğunun elini de avucuna almış, bir şeyler anlatıyor. Sarı saçları var kızın, iki kulak yapmışlar, bağ kısımlarına da açık sarı kurdeleler  takmışlar, suratını pek seçemiyorum ama sanırım çilli. Karpuz kol, bebe yaka, etek kısmı kabarık ve fırfırlı, pembe beyaz bir elbise var kızın üzerinde, dantelli kısa çoraplar, beyaz, pembe tokalı ayakkabılar… Birdenbire etraflarında insanlar birikiyor, küçük kıza çok benzeyen sarışın bir kadın, o adama benzeyen genç bir adam, yanlarında bir kadın ve bir adam daha, hepsinin etrafında küçük kıza yakın yaşlarda çocuklar. Adamla, küçük kıza bakıyorum tekrar, adam hala dizlerini bükmüş şekilde eğilmiş oturuyor, kızı kendine doğru çekmiş, beni işaret ediyor ve bu arada da bir şeyler anlatıyor. Kız, gözleri çizgi halinde gülümsüyor ve bana el sallıyor. Ben de ona el sallıyorum. Onlara doğru koşuyorum, koşuyorum…
 
Sonra birdenbire kayboluyorlar, yoklar işte.
ÇANAK ÇÖMLEK

-İç sesi yüksek çıkanlar hakkında pek iyi şeyler söylemiyorlar?
 
-Eyvallah.
 
-Kabul ediyorsun yani?
 
-Hiçbir zaman aksini iddia etmedim ki!
 
-Eyvallah.