12 Ocak 2014 Pazar

SİYAH, GRİ, BEYAZ (son kısım)
 
Tekrar mutfağa gittim,tabak ve fincanları yıkadım ve geri geldim,Bir heves pencereye koştum yine.Ah evet,ince ince göründüler işte,ilk düşenler tüy kadar hafif sanki.Belliydi dedim içimden,belliydi.Döne döne düşüyorlardı işte,keyfim yerine gelmişti.Hemen mutfağa koştum,geleneği bozmak olmazdı ki;salep ve sütü çıkardım,hazırlamaya başladım.Dumanı üstünde tüten bir bardakla içeri geldim,pencerenin önüne koydum,perdeyi iyice açtım,bardaktan bir yudum aldım.Yavaş yavaş yağıyordu henüz,ama hızlanacaktı,biliyordum.Duvardaki o küçük dolaba doğru yürüdüm,kalın ciltli lacivert kitabı çektim,onu çekerken başka bir kitap düşürdüm,eğildim aldım:
 
-Vay dedim Zeze yoldaş, sen miydin?
 
Zeze’yi tekrar yerine koydum.Lacivert kalın kaplı kitabı aldım,pencereye doğru yürüdüm,salepten bir yudum aldım,iki yüz seksen beşinci sayfayı açtım,pencerenin önünde durdum,düşen kar tanelerinin eşliğinde tüm şehre haykırdım:
 
 
………….
 
İnin sırça köşklerinizden,yaldızlı tahtlarınızdan!
 
Güleceksiniz ağlayacaksınız,seveceksiniz sevileceksiniz,acıyacaksınız acıtacaksınız,düşeceksiniz ama sonra kalkacaksınız,ama hep ama hep.Sen siyah uçta yaşayan ve sen beyaz uçta yaşayansen..Buradan bakınca o kadar da güçlü durmuyorsun bunu bil,hayatta hep siyah ya da hayatta hep beyaz yok bunu bil,olamaz da bunu bil!
 
Hayatta griler de var;beyaz kadar iyi olmayı başaramamış siyah kadar kötü olamamış,beyaz kadar yer edinememiş siyah kadar uzaklaşamamış,beyaz kadar güzelleşememiş siyah kadar çirkin olamamış,beyazın mükemmelliğine siyahın eksikliğine varamamış…
 
Hayatta griler de var;arada kalmışlar.Ne beyaz gibi kalmayı ne de siyah gibi gitmeyi başarabilmiş…
 
Hayatta griler de var;eli kolu bağlanmış,sırf öyle olmak zorunda olduğu için öyle olmuş,diğer türlüsüne izin verilmemiş…
 
Hayatta griler de var;beyazın cömertliğinden siyahın cimriliğinden çok çekmiş…
 
Hayatta griler de var;beyazın masumluğundan siyahın suçluluğundan bıkmış….
 
Grileri yok sayarak yaşayamazsın.Hele hele beyazın ya da siyahın tepesinden bakarak ahkam keserek,hiç yaişayamazsın.Durduğun yer,doğru’yu görebileceğin bir yer değil.Durduğun o yerde bir düşün.Beyaz’ından siyah’ından uzaklaş,ortaya gel,ortaya!Canın acısın,yansın,dizlerin kanasın senin de.Hata yap yahu,hata yap!Acımak lazım ve acıtmak,sevmek lazım ve sevilmek,ağlamak lazım ve de gülmek,gitmek lazım ve de kalmak…Bunlar aynı an’da da olabiliyor inan,sen fark etmiyorsun belki ama zaten aynı an’da oluyor.Kendini çok önemseme;denizin içinde bir damla kadarsın o kadar.Kendini önemse;o damla olmazsa eğer deniz de olmaz bunu bil,sensiz aynı deniz olmaz,bunu bil…
 
…………..
 
 
Ve sayfayı kapattım,dışarı baktım etraf bembeyaz olmuştu,gece simsiyahtı ve şehrin üzeri bacalardan çıkan gri dumanlarla kaplanmıştı.Gülümsedim,döne döne aşağıya inen kar tanelerine bakarak salepten bir yudum daha aldım.
 
Ve buğulanmış pencereye,üç kelimelik bir cümle yazdım.
Sadece üç kelime…
 
 
Not:Tabii ki böyle bir kitap yok,varsa da 285. sayfa yok.
SİYAH, GRİ, BEYAZ / DEVAM ( 4. kısım)
 
Tehlikenin farkındayız, ama biri anne diğeri eş, nasıl olur saçma deme, oluyor. Tam da bu oluyor. Bir küçük tel saç tokası mevzubahis olsa bile işin içine ikinci bir kadın girdiğinde, o tel altına dönüşüyor, bu birincisi. İkincisi de erkek hangi rolde olursa olsun, kadın beyni işin içine girdiğinde ve o beynin içinde de ikinci bir kadın fikri oluştuğu anda iş bambaşka bir hal alıyor, paylaşma fikri onları deli ediyor. Erkeğin de çoğu durumda kendini kontrol edemeyip beyninin tek bir yere odaklı çalışma durumu gibi bir şey bu, aynı şey belki de.
 
-Ya  Freud diye mırıldandım, böyle olmalı değil mi?
 
-He kızım, dedi Ferzane Teyze.
 
-Hiç, dedim. Ferdi diye bir arkadaş var da bizim, aynı sorun onda da vardı. Karısı ile annesi arasında kalmıştı o da?
 
-Eee ne yaptı ya? Dedi.
 
-Tam da ondan beklenen şeyi tabii ki. Karısına bir erkek çocuk, dolayısıyla annesine de bir erkek torun hediye bırakarak evi terk etti. Barda tanıştığı ilk hatunla da gününü gün ediyormuş, görenler öyle anlatıyor.
 
-Eee hiç uğramıyor muymuş,evine,annesine?, dedi.
 
-Yok dedim,ben çok yoruldum biraz da o uğraşsın diyormuş,erkek evladı için.
 
-Aman kızım,yok isterse hiç gelmesinler;evleri-yuvaları dağılmasın dedi.
 
-Dağılmaz teyzecim,dağılmaz, dedim.Sen öyle bir kadın değilsin ki.Hem Ferdi öyledir biraz,bir bakmışsın dönmüş, dolaşmış ve geri gelmiş, dedim.Öyledir o.
 
-İnşallah, dedi.
Güldüm.
 
Mutfağa gittim,kahveleri yaptım.Ferzane Teyze’nin kahvesine sütü bolca kattım,seviyordu çünkü.Bir tabağa eklerden koydum,diğer bir tabağa limonlu kek koydum,bir de fındıklı çikolata kattım yanlarına ve salona geldim.Kahvelerimizi içmeye başladık.Bir dilim kek aldı:
 
-Iıım dedi,keki sen mi yaptın,çok güzel olmuş? dedi, yumuşacık tam istediğim gibi.
 
-Yok dedim,Sema yaptı.Ben de gidip ekler aldım aslında profiterol alacaktım da,tazesini bulamadım dedim.
 
-Profiterol, dedi.Hasan Bey de çok severdi,dolayısıyla ben de ve sırf orası en iyisini yapıyor diye yarım saat yürütürdü beni ama değerdi, dedim.
 
-Hasan Bey güzel adammış belli, dedim.Böyle hatırlanıyorsa eğer.
 
Sonra devam etmesine fırsat vermeden:
-Ya Sema yaptı,dedim.Eğer istersen ben de yapar getiririm sana.
 
-Yok, dedi.Sen elmalı kurabiye yap, dedi.Hani şu salyangoza benzeyen, dedi.
 
-Elmalı tarçınlı kurabiye, dedim.
 
-Hah, işte ondan dedi.
-Tamam teyzem,ne zaman istersen dedim.
 
-Bir ara yap dedi,hem gel de şu kalemleri de bir düzenleyelim dedi.
 
Olur teyze,ne zaman istersen dedim.
 
Kahvelerimizi içip,çikolataya dadandık bu sefer.
 
-Sema sıkılmıyordur inşallah orada, dedi.Yaşlı başlı insanlar.
 
Sema’yı düşündüm,gözümden hızla bir şimşek geçip gitti,hınzır hınzır gülümsedim sonra ama teyze fark etmedi.
 
-Yoo dedim,emin ol çok eğleniyordur!
 
Kahvelerimiz bitmişti:
 
-Ben artık gideyim, dedi.Dizim kaçmasın,bir ara gel de şu kalemleri halledelim, dedi.
 
Tamam teyze dedim, gelirim.
 
Yerinden kalktı paytak paytak,tatlı tatlı kapıya yöneldi,ne kadar temiz bir kadındı,insan yaşlanınca da güzel oluyormuş be dedirtecek kadar temiz hem de.Birden bir şey unutmuş gibi döndü ve:
 
-Geçen yeğenim uğradı yine, bak arabası var, kendi evi yok belki ama ailesinin var, ilerde o da olur, dedi.
 
-Sigortası da var mıy dı? dedim.
 
Gözleri sevinçle parlayarak:
-Ya dedi,var var.
 
Onu öyle görünce,utandım birden.Kendini ne ..ok zannediyorsun ki kızım,dedim içimden.Ya senin ağzına kim gelip vursundu?
 
-Bir ara gelir işlerini hallederim,elmalı tarçınlı kurabiyemi de yanımda getiririm, dedim.
 
Üstelemedi:
-Tamam dedi, bekliyorum.İyi geceler kızım, dedi.
 
-İyi geceler teyze, Allah rahatlık versin.
 
Fincanları,tabakları mutfağa götürdüm.Bir hevesle pencereye koştum tekrar.
-Yağmayacak mısın? dedim,yukarı bakarak.
SİYAH, GRİ, BEYAZ / DEVAM ( 3. kısım )
 
-Allah Allah, dedim.
-Sema gelmiş olamazsın değil mi? Hatta bu gece hiç gelmemen lazım senin.
 
Kapıya doğru yürüdüm. Kapının o küçük gözetleme yerinden dışarı baktım, gülümsedim, hemen kapıyı açtım.
 
İçeri orta boylu, tombul, kısa beyaz pamuk saçlı, gözlüklü bir teyze girdi. Elinde de üzeri peçeteyle kapalı bir tabak vardı, ev sahibiydi gelen. Mavi diz altı eteğiyle, lacivert ince tül çorap üzerine giyilmiş beyaz kalın bilek çoraplarıyla, beyaz çiçekli bluzu ile çok şirin bir yaşlı hatundu gelen. Gözlüklerinin sap kısmında, küçük incilerle bezeli bir ip vardı, kulaklarının arkasından omuzlarına doğru sallanıyordu ip ve besbelli bakımlı bir hatundu.
 
-Hoş geldin Ferzane Teyze.
 
Kadın, o küçük cin gibi gözlerini kısarak:
-Hoş bulduk kızım. Ne yapıyorsunuz, nasılsınız? Dedi.
 
-İyiyiz sağol, bir ben varım zaten, dedim.
 
-Aaaa Sema nerede? Dedi.
 
Gözlerimi kadından kaçırarak:
-Teyzesine gitti, bu gece gelmeyecek, dedim.
 
-Aaaa öyle mi, ee bana gel sen de? Dedi.
 
-Yok dedim, işlerim var hem ayakta kaldık, içeri geçelim dedim.
 
-Ha tamam, şu tabağı al da öyle, dedim. Hindistan cevizli toplardan yaptım, yersiniz dedi.
 
-Süpersin Ferzane Teyze, dedim.
 
-Bir kahveni içerim, çaya kalamam ama dizim kaçıyor, dedi.
 
-Tamam hemen. Türk kahvesi mi diğerinden mi? Dedim.
 
-Sizin her zamanki içtiğinizden olsun, dedi.
 
-Tamam, sen içeri geç, geliyorum dedim.
 
Havuçlu topları mutfağa götürdüm, kahvenin suyunu koyup içeri geldim.
 
-Ee nasılsın teyze? Dedim.
 
-İyiyim, dedi. Dün Kemal geldi biliyor musun? Dedi, gözlerinin içeri parlayarak.
 
-Ya dedim, çok sevindim.
                                                     
Kemal, Ferzane Teyze’nin büyük oğlundan torunuydu. Beş tane çocuğu vardı, üç erkek iki kız. Bir kızı ve iki oğlu başka başka şehirlerdeydi. Bir kızı ve bir oğlu vardı sadece, bu şehirde. Onlar da pek sık uğramazlardı ,yanına. Kocasını kaybedeli, beş sene olmuş. Beş senedir yalnız başına dururmuş.’’ Olsun, Canları sağolsun’’ derdi hep. Arada yakınırdı biraz tabii, ama sonra hemen unutuverirdi.
 
Kocasıyla çok severlermiş birbirlerini, anlattığına göre, sonradan aşık olmuşlar birbirlerine, nasıl oluyorsa o. Evlenmeden bir ay önce görebilmiş kocasının yüzünü, bir ay önce! O gülümseyerek yad ederdi hep olanı biteni, çoğu şeyi de gizlemezdi, bazen mahrem konulara girdiği de olurdu ama biz hemen konuyu değiştirirdik; durduk yerde bazı şeylerden soğumanın alemi yoktu. On altı yaşındaymış evlendiğinde, büyük bir aileye gelin giymiş. Kaynana, kayınbaba, görümce, elti, amca, büyük amca, büyük hala,…O anlattıkça fenalık gelirdi, nasıl altından kalktı bu halde diye düşünürdük. O ise kötü anılarını bile, yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle birlikte anlatırdı, sanki olanı biteni o değil de bir başkası yaşamıştı. On yıl köyde kalmışlar, üç çocuğunu da orada doğurmuş, tarla-bahçe, ev işlerinden de geri kalmamış. Kayınpederi ölünce şehre göç etmişler. Kocası burada küçük bir bakkal dükkanı açmış. Anlattığına göre okumayı-yazmayı, hesabı-kitabı hep askerde öğrenmiş, hatta Ferzane Teyze’ye bile öğretmiş, böylece beş çocuğu da okutup evlendirmişler.
 
-Ya kızım, kolay değildi büyük şehir, ama biz beraber başardık, diyordu.
 
Sonra o bakkal büyümüş markete dönüşmüş, ölene kadar o işi yapmış kocası, o ölünce de büyük oğlu işi devam ettirmiş. Gözleri parlıyordu, kocasından bahsederken. Çok gezdirmiş onu, çok iyi bakmış ona, bu bir gerçek. Tamamen şans olmalı bu. O da inkar etmiyordu zaten.
 
-Hasanım hiç incitmezdi beni. O ailesindeki hiçbir erkeğe benzemiyordu, nur içinde yatsın bambaşkaydı o, diyordu hep.
 
Çok da temiz bir kadındı, giyimi de, evi de, konuşması da.
 
 
-Ben de sevindim kızım sevinmesine de, bir saat oturtturamadım. Maçı mı varmış neymiş? Bir bardak meyve suyunu zor içti, iki dilim keki bile yediremedim, dedi.
 
-Doğrudur teyze, hem o yaşta herkes öyle olur üzülme, dedim.
 
-Yok kızım yook, anası yok mu o anası! Hep onun yüzünden, göndermiyor dedi.
 
O naif kadın gitmiş, yerine bambaşka bir kadın gelmişti. Niye böyle oluyordu ya? Aksini görmeyi ne çok isterdim, ama henüz göremedim? Konu neydi yani, sorun neredeydi? Freud’un bununla da ilgili bir tezi var mıydı acaba, bilmiyordum, varsa nasıl açıklardı acaba? İlk insanlara doğru gidersek eğer, neyle açıklayabilirdik acaba?
 
Bir erkek ve iki kadın. İşte sorun, bu.
 
Bir erkek ve iki kadın.
 
Tam da sorun bu.
SİYAH, GRİ, BEYAZ / DEVAM ( 2. kısım )
 
Tekrar yatağa devrildim,yatağın duvara dayalı kısmındaki resme baktım.Burada da bir kadın ve bir erkek bedeninin resmedilmiş hali vardı ama belli belirgindi bu hal.Yılan gibi kıvrılmıştı bedenler,karınlar içe çekilmişti.Erkeğin eli,kadının eliyle kenetlenmişti ve o kenetlenen yerden de adeta bir ateş topu çıkıyordu.Ayrıca vücutlarda bazı yerler yok gibiydi ama öyle bir tonlama yapılmıştı ki;kendini tamamlıyordu olmayan o yerler,çok ilginçti,değişik bir gizemi vardı.
 
Bu şekilde uyanmaya çalışırken bir üşüme geldi,ürperdim birden.Yorganı kafama kadar çekti m ama hemen geri indirdim,rüzgarı yeniden fark ettim çünkü.Kalktım,pencereye kadar yürüdüm,perdeyi araladım,ellerimi önde kavuşturarak sağ eliyle sol kolumu sol eliyle de sağ kolumu ovuşturdum.Sonra dışarıya baktım ve;
 
-Ooovv kar soğuğu!
 
Pencerenin önündeki kül tablasını gördüm:
 
-Bir,iki,üç,dört…..
 
Sekiz tane sigara saydım böyle.Her,izmaritleri ortadan ikiye bükülmek suretiyle söndürülmüş dolu bir kül tablası gördüğümde gözümün önüne gelen o görüntü,yine yanı başımdaydı işte.
Mezarlık!
 
Bir kulp bulma isteği hasıl oldu,her zaman olduğu gibi:
-Kimileri biraz daha hızlandırıyor işte böyle,  dedim.
 
Sonra kül tablasını elime aldı,kapıya doğru yönelirken ayaklarımın çıplak olduğunu fark ettim.Kül tabağını masaya bıraktım.Dolabıma doğru yöneldim,sarı-çiçekli bir çorabı ayağıma geçirdi,üstüme açık gri,özellikle de kolları uzun bir hırka geçirdim,ellerimi yutuyordu ya hıra,buna bayılıyordum.Geri döndüm,kül tabağını aldım tam çıkacakken ayıcıklı pofuduk terliklerimi gördüm,alelacele ayağına geçirdim ve:
 
-İşte şimdi tamam, dedim.
 
Mutfağa gittim,kül tablasını çöpe döktüm ve yıkadım.Sonra salona geçtim,pencereden tekrar dışarı baktım.Bir Allah’ın kulu yoktu dışarıda.Pencereyi açtım,kokladım,keskin bir kömür kokusu etrafı sarmıştı,kapattım hemen.
 
-Yok yok,kesin kar soğuğu bu.
 
Ev,çatı katıydı.İki oda,bir salon,bir küçük mutfak ve banyo.Çatı katı olduğundan da civarındaki evlerden biraz yüksekti.Hatta ilerideki bazı sokaklar bile seçilebiliyordu,geniş bir görüş açısı vardı evin ama gördüğü beton yığınından başka bir şey değildi.Olsun,denizi görüyormuşçasına seviniyordum ben,seyrediyordum bu manzarayı,çoğu zaman da öyle görüyordum zaten.Denizi çok seviyordum,denizi olan bir yerde de doğmamıştım ama,niye bilmiyorum seviyordum işte.Zaman zaman,sorduğumda bunu kendime:
 
-Yokluğundan zahir, diye bir cevap geliyordu, bir yerlerden.
 
Manzaraya dalmışken karnım bir şeyler hatırlattı birden,güldüm.Mutfağa gittim,çok acıkmıştım,uzun uzadıya yemek hazırlayamazdım ki şimdi.Dolabı açıp bir şeyler çıkardım,bütün bir ekmek aldım sonra.
 
-Taze olsaydı daha iyi olurdu ya.
 
Ekmeğin yarımından biraz daha fazlasını bıçakla kesip,arasını açtım.Domatesi,peyniri,biberi,
dereotunu ve maydanozu bu ekmeğin arasına koydum,ama yeşilliği biraz daha fazla koydum,üzerine de limon sıktım.Sonra bunu büyük bir tabağın içine yerleştirdim,tuzu yanına koydum,bardakların içinden en uzunu seçerek bir bardak da su aldım ve salona doğru yürüdüm.
 
-Annem,senin yaptığın gibi olmamıştır ya!
 
Büyük koltuğa oturdum,televizyonu açtım,büyük bir iştahla ekmeğini yemeye başladım.Hem yiyor hem de kanalları geziyordum.Önce bir müzik kanalında durdum,sonra bir diziye takıldım,sonra da bir filme…Ekmeğim de az kalmıştı bu arada,bir kanalda durdu,yabancı bir kanaldı,moda defilesi vardı,birçok kadın manken rüzgar gibi geçiyordu podyumdan,salına salın a hem de.Ben debu arada ekmeğin en tatlı yerine,o küçük son kısmına gelmiştim,tuzluğu aldı müzerine bolca döktmü ve ağzıma attım,bu arada gözlerim de hala podyumdaydı,birden:
 
-Abi ,siz nerede yetişiyorsunuz böyle ya? dedim.
 
Ekmeğim bitmişti,üzerine o bir bardak suyu içtim hemenüzerine.Sonra tekrar kanalları gezmeye başladım,birinde durdum nihayet.Sarışın,saçlarını at kuyruğu yapmış,mini eteği ve bordo ince topuklu ayakkabılarıyla çok hoş bir hatun oturuyordu ekranda.Karşısında da koyu gri takım elbiseli,uzun boylu,esmer bir adam vardı.Adamın elinde bir çiçek buketi vardı,efendi birine benziyordu.Aralarında da bir paravan vardı.
 
‘’Şebnem Hanım talibi Metin Bey ile görüşüyor’’ yazıyordu ekranda.
 
Biraz kadını dinledim,biraz adamı dinledim,biraz sunucuyu dinledim.Sonunu izleyeyim dedim ama bir türlü sonu gelmiyordu,sordukça soruyordu kadın,adam da tek tek cevap vermeye çalışıyordu.Durdum,baktım ekrana,durdum,sonra:
 
-Bu kız sana bakmaz,oğlum Metin, dedim.
 
Kanalı değiştirdim,aslında bir şey izlemek istemiyordum,oradan oraya geziyordum işte.Beş dakika geçti aradan,adamla kadını hatırladım,tekrar onlara döndü.Paravan açılmış,kız çiçekleri almıştı ama yüzünde hiç de öyle memnun bir ifade yoktu.Zaten az sonra:
 
-Çok teşekkür ederim Metin Bey,ama olumsuz dedi.
 
-Sizin gibileri anlamıyorum,bir çay içseydiniz bari,Metin o kadar yoldan gelmiş, dedi sunucu,bütün iyi niyetiyle.
 
Metin,Fizan’dan gelse fark edecekti sanki.Kızın ağzına bir tane yapıştırmak geçti o an içindem,o derece sinirlendim.Sonra televizyonu kapattmı,kalktım pencereye doğru yürüdüm,rüzgar biraz durmuştu sanki ama kuru bir soğuğa da yerini bırakmıştı,çok kuru bir soğuk hem de.Karanlık da iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı.Uzaklara dalıp gitmişken zil çaldı.

SİYAH, GRİ, BEYAZ ( 1. kısım )

Çatıları uçuracak şiddette bir rüzgar vardı dışarıda,o kadar hızlı ve gürültülü esiyordu ki rüzgar;sokakta neredeyse hiç kimse kalmamıştı.Oyun oynayan çocuklar evlerine doluşmuştu çoktan.Simitçi ile boyacı koşar adım kahveye yönelmiş ve iki tane çay söylemişti.Pazardan evine dönen teyze,elindeki poşetlerle bakkala sığınmıştı.Kediler,köpekler bile merdiven altlarına ve büyük çöp kutularına saklanmıştı.Bir yer bularak rüzgarın şiddetinden korumuştu herkes,kendini.
 
Rüzgarın çıkarmış olduğu o tuhaf uğultuya uyandım,birdenbire.
-N’oluyor ya?
 
Gözlerimi hafifçe aralayıp,perdenin izin verdiği ölçüde pencereden dışarı bakmaya çalıştım,henüz hava aydınlıktı.Gece olmamıştı demek.
Biraz daha uyusam.

Gözlerimi tekrar kapadım,ama nafile.Rüzgar öyle garip ve gürültülü bir şekilde yoluna devam ediyordu ki;çabam boşa gidecekti herhalde.Sağa döndüm,sola döndüm,yorganı kafama çektim,yüzüstü yattım,bacaklarını havaya diktim,iki elimle yastığın iki ucundan tutup kafama bastırdım.. Olmuyordu,anladım uyuyamayacakım.Aniden kafamdan yastığı çektim ve kalktım.Kollarımı iki yana açtım,gözlerimi ovuşturdum ve yüzümü pencereden yana dönerek bağdaş kurup oturdum.Yüzümü iki elimin arasına alıp,duadan sonra yapılan harekete benzer bir hareketle kapattım,sonra açtığım parmak aralarından pencereye bir daha baktım ve saçlarımı parmaklarımın arasından geçirerek geriye doğru attım.
 
Fazla uyumuş olamam.
 
Sol tarafta,pencerenin yanında bulunan masamabaktım,kitaplarım,kağıdım,kalemim,sigara paketim,şekilli çakmağım…Hepsi oradaydı işte,her şey olduğu gibi duruyordu.Yalnız kağıtlar biraz dağılmıştı o kadar,birinin üzerinde kahve lekesi olduğunu fark etti.
 
-Hayır olamaz,yapma be kızım yapma aaah.
 
Masanın kenarındaki mor kahve fincanı ile içinde iki tane ekler kalmış tabağı gördüm sonra,gülümsedim.Kahve,fincanın üst kısmından başlayarak alt kısmına doğru eğri büğrü üç yol açmıştı kendine;bu yollardan ikisi orta kısımda bitiyor diğeri masaya dek ulaşıyordu.Ayrıca masanın muhtelif yerlerinde de yuvarlak yuvarlak ‘kahverengi' şekiller oluşmuştu,şekillerin içinde de yer yer sigara külü vardı.  
 
Tam karşıya,duvara doğru baktım sonra.Hafif yan durmuş,kot pantolon giymiş ama üst tarafı çıplak,esmer ve çapkın çapkın gülümseyen o erkek fotoğrafıyla göz göze geldim.Çocuğun uzun saçları ıslaktı,saçlarından damlayan sular omzuna ve göğsüne doğru dökülüyordu.Onu oraya astığım günü hatırladmı,çocukçaydı belki ama inat işte,bazen böyle keyif verebiliyordu.
 
Bu fotoğrafın sağında o ünlü ressamın tablosu vardı fakat sahteydi tabii.Tabloda birçok renk vardı,dahası mavi ve kahve tonları ağırlıklı olmakla birlikte oldukça da karışık bir durum anlatılıyor gibiydi.Bu karışık hal içinde ilk bakışta,bir çift kadın gözü hemen fark ediliyordu,az daha incelersen bir köprü görebilme ihtimalin vardı,biraz daha incelediğinde bir erkek silueti ve onun kemerli burnu,artık iyice yoğunlaştığında ise kuvvetli bir ay ışığı ve bir ceylan yavrusu güçlükle de olsa kendini gösteriyordu.
 
Fotoğrafın sol tarafında ise başka bir tablo vardı.Tabloda,yeşillikler içinde çitlerle çevrili minik sevimli bir kulübe vardı,kulübenin önünde de bir yol vardı,bu yoldan on-on beş kişilik bir kafile geçiyordu,tarlada çalışan işçilerdi bunlar.Önde göbekli,başına sihirbazlarınkine benzer bir şapka takmış bir adam vardı;bir yandan mendiliyle alnını silerken bir yandan da elinde tuttuğu köstekli saatine bakıyordu.Bu adamın arkasında da,bir sürü kadın,çocuk ve adam vardı.Ama sadece,kulübenin önündeki bir kadına ve adama yoğunlaşıyordu tablo;kadın dolgun hatlara sahipti,beyaz-turuncu bir elbisesi vardı ve ayakları çıplaktı,buradan da siyahi olduğu anlaşılıyordu,başının üzerinde bir eliyle dengede tuttuğu bir sepet taşıyordu.Hemen arkasında sarışın,uzun boylu,kahverengi askılı pantolon ve beyaz gömlek giymiş bir adam vardı.Adamın elinde bir kürek vardı,omzunda da minik bir erkek çocuğu taşıyordu,çocuğun bir eli adamın boynuna sımsıkı sarılıydı,diğer eli ise sepete doğru uzanıyordu,içinde yiyecek vardı,besbelliydi.